Ana Sayfa Twitter Linkedin Instagram  

Senden Önce Anadolu - Antalya Karain Mağarası

Senden Önce Anadolu – Antalya Karain Mağarası

Merhaba beni adım Arke. Adım size farklı gelmiş olabilir. Hemen nedenini açıklayayım. Annem, babam, büyükannem ve dedem hepsi arkeolog. Bu yüzden bu adı vermişler bana. Bu da arkadaşım Loji. Onunla yedinci yaş günümde tanıştık. Ailemin hediyesi. Hediye paketini açtığımda, onu ilk gördüğümde sıradan bir oyuncak diye düşünmüştüm. Yanıldığımı kısa bir süre sonra anladım. Kendisi tarih konusunda uzman bir robot. Bu yüzden ona Loji adını verdim. Tarihteki her şeyi biliyor. Bildiği her şeyi de bana anlatıyor. O kadar eğlenceli ki en yakın arkadaşım oldu. Onu yanımdan hiç ayırmak istemiyorum.

Ailem arkeolog olduğundan sık sık farklı yerlere kazılara gidiyoruz. Yine yola çıkmak üzereyiz. Senden önce Anadolu’da hangi uygarlıklar vardı öğrenmek istersen bizi takip et. Bu sefer yolculuğumuz Antalya’ya Karain Mağarası’na.

Uzun bir yolculuktu, arka koltukta uyuyakalmışım. Araba durduğunda gözlerimi açtım. Heyecanla arabadan indim. Bugüne kadar hiç mağara görmemiştim. Etrafta mağaraya benzer bir yer aradım. Çok merak ediyordum. Sağa baktım yok, sola baktım yok. Bir tepenin eteklerindeydik ve tek gördüğüm üzerinde Karain Müzesi yazan bir yapıydı.

“Eeee, mağara nerede?” diye sordum. Annem cevap verdi.

“Mağarayı görmek için tepeye tırmanmak gerekiyor.”

Şöyle bir tepeye baktım. Nasıl tırmanacağız diye düşünürken, babam seslendi.

“Hadi gelin, ekip, kazı için mağaraymış.”

Arabadan koşup Loji’yi ve çantamı aldım. Mağaraya tırmanmaya başladık. Tırmanmaya başladık dememe bakmayın. Çıkış kolay olsun diye merdiven yapılmış. Beni hayallerime kavuşturacak basamakları neredeyse koşarak çıktım. Annem mağaranın çok eski zamanlardan kaldığını söylemişti.  O neden le bu sefer bir dinozor fosili göreceğime emindim. Koca çeneli Tirannosorus Trex’i ya da zırhlı dinozor Stegosorus’u. Mağaraya girer girmez karşıma çalışan arkeologlar çıktı. Annem ve babam onlarla konuşurken keşif yapmak ilerledim. Dar bir girişten geçtim, mağaranın soğuğu yüzüme vurunca aklım başıma geldi. Loji elimdeydi ve ben onu hâlâ uyandırmamıştım. Düğmesine basıp onu açtım. Açar açmaz “Merhaba Arke!” diye selamladı beni. Hemen konum taraması yaptı ve anlatmaya başladı.

“Şu anda Karain Mağarası’ndayız. 1946 yılında Arkeolog İsmail Kılıç Kökten tarafından keşfedilen mağarada aynı yıl başlayan kazılar halen devam ediyor.”
Loji sözünü bitirir bitirmez kafasını üç yüz altmış derece döndürdü. Önce aşağı baktı, sonra yukarı. Girişte çalışan arkeologları gördü. Anlatmaya devam etti.

“Karain Mağarası günümüzden 500 bin yıl önce insanlar tarafından kullanılmaya başlanmış. Paleolitik dönemden yani taş çağından başlayarak Geç Roma-Erken Bizans Dönemi’ne kadar yerleşim yeri olmuş.”

“Sanırım bu özelliği nedeniyle Türkiye’nin ve dünyanın önemli yerleşim yerlerinden biri.”

“Evet Arke, arkeolojiye sağladığı katkıları unutmamak lazım.”

“Neymiş katkısı Loji?”

“Karain mağarası dolguları arasında bulunan arkeolojik buluntular sayesinde insanlık kültür tarihinin başlangıcına dair bilgilere ulaşıyoruz. Taş Çağı’nda hayat nasıldı? Nerede, nasıl yaşıyorlardı? İlk aletleri nelerdi?”

“İlk insanlar bu mağarada yaşamış demek. Kayalar duvar gibi yükseliyor. Tavandan sarkan bu sivri şeyler de ne Loji?

“Onlara sarkıt, yerden yukarı doğru yükselenlere de dikit deniyor. Mağaraların içinde doğal olarak oluşan kireçtaşı tortuları bunlar.”

“Biraz daha içerilere bakmak istiyorum ama yerler çok kaygan.”

“Evet, dikkatli yürü, beni de yere düşürme sakın. Tekrar tamire gitmek istemiyorum. Seni bir konuda daha uyarmalıyım.”

“Neymiş o?” derken bir anda üzerimden bir şey geçti. Mağarada ürpertici bir sessizlik vardı. Bu sessizliği bir kanat çırpma sesi bozdu. Heyecanla sordum.

“Neydi o Loji tepemden hızla geçen?”

“Tam seni uyarmak üzereydim. Mağaranın içinde yarasalar var.”

Açıkçası yarasalar beni ürkütmüştü. “Bu kadar gezindiğimiz yeter, artık çıkalım,” diyerek yürüdüm. Aklım dinozor fosili bulmadaydı. Çalışan arkeologların yanına geldim. Bir tabakanın başına toplanmış, konuşuyorlardı. Bir dinozor fosili bulduklarını düşündüm. Yoksa neden böyle heyecanla konuşsunlar. Hemen yanlarına yaklaşıp onları dinlemeye başladım. Toprağın içinde parlak bir şey vardı. Arkeologlar etrafını iyice süpürdü ve temizledi. Buldukları şeyi yerinden çıkarmadan fotoğrafını çektiler. Bir kâğıda notlar aldılar. İçlerinden biri kareli bir kâğıda o parlak şeyin resmini çizdi. Biri de cetvelle ölçüm yaptı. Hayal kırıklığına uğramıştım, bir fosil değildi. Daha fazla dayanamadım sordum.

“Nedir o bulduğunuz?”

Arkeologlardan biri “Obsidyenden bir mıkrak ucu bulduk.” deyince Loji konuşmaya başladı.

“Paleolitik dönemde, yani taş çağında insanlar mağaralarda yaşardı. Avlanmak ve kesmek için keskin aletlere ihtiyaçları vardı. Bunun için de obsidyen ya da çakmaktaşı denilen kayaçları kullandılar. Bu aletleri kenarlarından düzelti yaparak sivri hale getirdiler. Günlük yaşamlarında kullandılar. Bu mağarada bu tür aletlere çok rastlanıyor.”

“Obsidyen nedir ki Loji?”

“Obsidyen denilen taş, doğal yollarla oluşan volkanik bir kayaç türüdür. Parlak olduğu için volkan camı da denir. Genelde siyah renkte olur. Ancak bazı yerlerde yeşil, kırmızı gibi farklı renkleri de görülür.”

“İnceleyebilir miyim?” diyerek obsidyen mızrak ucunu elime aldım. “Gerçekten de keskinmiş. Peki Loji, nasıl bu kadar keskin olabiliyor bu taşlar? Nasıl alet haline getirmiş ilk insanlar.”

“Taşa başka bir taşla vurarak yontar, iki tarafını keskinleştirip, el baltası yaparlardı. Bazen de taşları daha ince ve uzun şekilde yontup, keskin hale getirir sonra da bu uçları sopalara takarak mızrak yaparlardı. Bir dal parçasının ucuna da sivri bir çakmaktaşı taktıklarında ok yapmış olurlardı.”

“Demek ki taş çağında alet olarak bu taşları kullanıyorlarmış. Şimdi sadece mutfakta kullandığımız alet ve robotları düşününce taş çağındaki aletler ne kadar da basit. Hayatın bu kadar zor olduğu bir dönemde bu kadar basit aletlerle nasıl yaşamışlar gerçekten inanılmaz.”

Arkeologlar o günkü çalışmasını bitirmiş, mağaradan inmeye hazırlanıyordu. Mağaradan çıkıp, önümüzde uzanan uyur gibi duran uçsuz bucaksız ovaya baktım.

“Ne kadar da yüksekteyiz Loji.”

“Bulunduğumuz yer denizden yaklaşık 450 metre, ovadan da 150 metre yüksekte.”

“Peki bu kadar yüksek bir yerde yaşayıp nasıl besleniyordu taş çağı insanları Loji?”

“Avcılık onlar için önemliydi. Uzun süre beslenmelerine yetecek yiyeceği bir av yakalayıp karşılayabiliyorlardı. Ayrıca Paleolitik dönemde Karain’de yaşayan insanlar beslenmek için bitkileri ve meyveleri topluyordu.”

“Şu incir ağacı değil mi? Çok acıktım, incir ağacına dalıyorum ben. Ne kadar çok incir var dallarda, hem de çok lezzetliymiş Loji.”

“Böylece sen de Karain halkını besleyen leziz meyveleri tatmış oldun Arke.”

İncirlerin tadını çıkartırken bir çığlık duydum. Ne olduğunu anlamak için mağaraya doğru koştum. Kocaman bir fosil bulduklarına emindim. Sonunda hayalim gerçek olacaktı. “Koca çeneli Tirannosorus Trex sonunda kavuşacağız!” diye bağırarak mağaraya girdim. Kaçışan arkeologlar benim bağırışımla iyice şaşkına dönmüştü. Tuhaf tuhaf bana bakıyorlardı. Benim gördüğüm tek şey ise mağaranın derinliklerine doğru kaçan, kuyruğu havada siyah bir akrepti. Omuzlarım çökmüş, yüzüm asılmış bir halde yere oturdum. Akrepmiş deyince Loji akrepleri anlatmaya başladı. Ancak onu duyamayacak kadar üzgündüm. Dinlemediğimi fark edince sustu.  Çığlığı duyunca dinozor fosili buldular sanmıştım dedim. Loji yeniden konuşmaya başladı.

“Dinozorlar günümüzden milyonlarca yıl önce yaşamıştır. O sıralar Anadolu kocaman bir denizin altındaydı. Bu nedenle Anadolu topraklarında dinozor bulunma olasılığı çok düşüktür.”

Bunu duyunca çok şaşırdım ve günlerdir boşa hayal kurduğumu anladım. Yine de içim merak doluydu, aklım taş çağında yaşayan insanların hayatındaydı.

“Anadolu topraklarındaki taş çağı insanları gelip Karain Mağarası’nda yaşamış. Taşları yontarak birtakım araç-gereçler yapmışlar. Bu araç-gereçlerle hayatlarını kolaylaştırmışlar.  Avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşamışlar. Ateşi nasıl bulmuşlar Loji?”

“Ateşin bulunuşu ile ilgili iki teori var. Birincisi insanlar yıldırım düşmesi sonucu yanan bir ağaç sayesinde ateşi tanıdılar. İkincisi ise alet yapmak için çakmaktaşlarını birbirine sürterken çıkan kıvılcımların otları tutuşturmasıyla ateşi keşfettiler. Ateşi bulduktan sonra onu korumak için çok çaba saffettiler. Çünkü ateş onları aydınlatıyor, ısıtıyor, vahşi hayvanlardan koruyor ve yemeklerini pişirmelerini sağlıyordu.”

“Ateş deyip geçme diyorsun. Bizim için sıradan ve ulaşması çok kolay bir şey olan; ocağın ya da ısıtıcının düğmesine bastığın anda yanan ateş, o dönemde tesadüf eseri bulunmuş, öyle mi Loji? 

“Evet Arke, tesadüf bulunmuş.”

“İnsanlık tarihini aydınlatan bir keşif, ateş. Taş çağındaki hayat, keşifler ve buluşlar hakkında düşünmeliyim Loji. Taş çağı insanlarının hayatları hakkında pek çok şey öğrendim. Buraya dinozor fosili görmek için gelmiştim ama akrep ve yarasa ile idare edeceğim artık.”

Güneş batarken Loji’nin de şarjı bitmek üzereydi.

Yeni bir macerada buluşmak üzere…

Nisan 2022

 

UA-135562281-1